Yabancıların 'homesick' dedikleri, bizde anlamının ne olduğunu tam olarak bilmediğim bir olay var. Bende bunun ufak bir versiyonu mevcut sanırım. İstanbul'dan her çıktığımda garip bir huzursuzluk hissediyorum. Yani İstanbul'da olunca her şey daha iyi olacakmış gibi. Bunun derininde çocukluğumun tüm yazlarının geçtiği Çıldır, yani Ardahan olabilir diye düşünürüm hep.
Hayatımın hiçbir evresinde yalnızlığı sevemedim. Belki de korku haline getirdim. Bu yüzden de arkadaşlarıma ve sevilenlere karşı çok sahiplenici hatta bunaltıcı bir adam oldum. Aklım çalışmaya başladığı yaşlardan itibaren Çıldır benim için çok büyük korkuydu. Arkadaş yok, bilgisayar yok, bisiklet yok. Anneannem ve dedem var. En fazla ne yapılabilir?
Oraya adımımı attığım ilk günü öyle net hatırlıyorum ki bazen ben bile şaşırıyorum. Köyümüzün Gürcistan sınırına yakın olmasından ötürü, jandarma kontrolünden geçerek girdiğim toprak yola ilk arabamızla geçişimizi ve babamın bana o malum evi gösterdiği virajı, açıyı, 'Kenarbel' köy tabelasını unutamam. Evin yanına gider gitmez, kare kare kesilmiş kahverengi ve çimen dolu bir yığın görmüştüm. Acayip düzenli ve önemli bir şeymiş gibi dizilmişti. Merak konusunda çocukluktan gelen dürtülerin ilk adımlarını o gün ailecek hissetmiştik. Kare kare kesilmiş o şeylere arabadan iner inmez basıp içine batmıştım. Sonra onların birer tezek olduğunu öğrenmiştim. Boktan sanat yapılması fikri ve bunun sonunda açığa ısı oluşturan bir şey çıkması durumu dedemi gözümde dünyanın en akıllı insanı yapmıştı.
Diğer gün mecburi arkadaşım olan teyzemin oğlu traktörün kasasından atlayıp burnunu kanattığında, ben de anneme ağlaya ağlaya burnuma iki pamuk tıktırmıştım. Günün sonunda 'burnun yamulur bak, biraz daha tutarsan koca burunlu olursun' demişti annem. O gün değil ama başka gün basket oynarken dirsek ile yamulmuştu. Sonra beni zorla, komşunun bir çocuğuyla tanıştırdılar. Onlar da bizim gibi yaz tatili için gelmişlerdi. Ekmeğe eppek, zeytine zeytun demiyordu. Gidek, kalak, oynayak da demiyordu. Bayağı şaşırmıştım. İsminin önemi yok, Ömer olsun.
Belki zorunluluktan, belki de farkında olmadan çok yakın arkadaş olmuştuk. Arkadaşlığımızın nişanı olarak da iki tane sokak kedisini edinmiştik. İki ay boyunca onları büyütüp, bir şekilde İstanbul'a götürmeyi kendimize hedef bellemiştik. Fakat kediler çok pisti. İkinci gün, kovaya su doldurup kedileri bir güzel yıkadık. Kedilere ne kadar iyi davrandığımızı düşündüğümüz sıralarda iki kedinin de öldüğünü öğrendik. Hayatıma dair tutmayan ilk planım budur. Sonrası çok daha kolay şekilde oldu. Benim açımdan kurma kısmı hiç değişmedi zaten.
Kediler gidince, biz de pek fazla konuşamaz olduk. O yaz bir çok şey yaptık yine de. Fazla üzüntü vermeyen bir ayrılık yaşadık.
Ergenliğe girer girmez, ''bananö yööö ben gelmiyorum köye falan'' moduna girmem de kaçınılmazdı. Çok uzun süreler köye gitmedim. Sonra birden bir şey oldu ve ben kendimi köyde buldum. Başka bir şeyler de olmuş olacak ki Ömer de orada oldu. Bir kere bahsetmiştim, eski bir dostla konuşmak tekrar aşık olmaya benziyor sanırım diye. Seni tanır mı tanımaz mı çekingenliği falan. Tanıdı, ilk önce o geldi hatta. İki büyük adam olarak malum toprak yoldan yürümeye başladık.
Bana ilk kez bir köpeğin saldırdığı, iki tarafı taşla örülü ilk sapaktan saptık. Top oynadığımız zaman kullandığımız en yüksek taş yığının üzerindeki bir iki taş dökülmüştü. Yosma Teyze hala daha bordo eşarbını başına bağlamayı ihmal etmiyordu. Sarı renk yeleği de aynı solgunlukta duruyordu. Değişmeyen şeyler nasıl da güzel. Kazların sayısı sanki hep yirmi gibiydi. Ben on yaşındayken de yirmiydi, şimdi de yirmi. Kola ve cips satmayan bakkalın yanından da geçtik. İlk duyduğumda nasıl şok olduğumuzu hatırlattı Ömer. Annemden bir hevesle aldığımız paralar cebimizde kalmıştı. Kola ve cipsi geçtim, herhangi markalı bir ürün de yoktu. Hala daha yok mu diye bakmadık. Belki de öyle kalsın istiyorduk. Çıldır'ın merkezine giden tek taşıma aracı yine her zamanki yerinde duruyordu. Hala daha sadece iki kişinin arabası vardı. Birisi de dayım oluyordu zaten. İneklerin su içtiği göl kenarında biraz durduk.
Ömer'in hafızası en az benim kadar iyidir. Babamın peşinden nasıl hevesle balık tutmaya gittiğimizi anımsattı. ''Hiç beceremezdin. İlk yarım saatten sonra suratın asık asık futbol oynamaya kaçardık'' dedi. ''Ne yapayım oğlum? Babama benzemek hayatım boyunca yapamadığım ve hep uğraştığım bir şey oldu işte'' dedim. Cidden de sevmem balık tutmayı. Hala daha öğrenmek isterim ama. Çünkü babamın yaparken en çok zevk aldığı şey o. İlla ki bir bildiği vardır. Yine de babamla balık tutmaya niyetlendiğimiz her günün sonu kendimi basketbol sahasında bulmayı ihmal etmem. Bir şeyler yapacak kadar boş zamanım varsa, kendi sevdiğim şeyleri yapmalıyım diye düşünürüm. Belki de büyümek ve ısrarla babaya benzeyememek bu olsa gerek.
Uzun bir yürüme eyleminin ardından eve girdik. İlk kez bir kızı sıkıştırdığım odaya geçtik Ömer ile. O'na anlatınca nasıl kahkahalar attığımızı hatırladım. Henüz on yaşında falandık. Kızla saklambaç oynarken ''televizyonda gördüğüm şeyleri yapalım mı?'' tarzı bir muhabbet geçmişti. Sonra annem bizi yakalamıştı. İsmi önemli değil, Esma olsun. Esma bir daha benim suratıma hiç bakmadı. Ben her gittiğimde O'nu görüp gıcık gibi baksam da O bana hiç bakmadı. Hatta bunu yirmi yaşında bile yaptım. Sonra da pis pis güldüm. Esma hiç tanımamış gibi bakmayı nasıl başarıyor diye de aklımdan geçirdim. Beni gerçekten tanımıyor olma olasılığını hiç düşünmedim. Sonuçta ilk utanmalarımızdı. Esma belki sonradan bir daha hiç utanmamıştır. Ne güzel hayat.
Ömer keyifli keyifli ''senin anneyle baba lise aşkıydı di mi lan?'' deyip güldü. Onaylayıp, devam ettim. Babamın yaptığı haylazlıkları, iki köy arasında annemi görmek için yürüdüğü malum yolu falan anlattım. Sonra aslında nasıl sevgisini çok da gösteremeyen bir adam olduğunu anlattım.
Bayağı bayağı sustuk. Garip bir hüzün kapladı. İlk kez orada kötü bir rüya gördüğümü hatırladım. Rüyamda babamın beni sevmediğini, evlatlık vermeye çalıştığını görmüştüm. Sabah kalkınca annemleri köy evinde bulamayınca ağlamıştım. Annem sonradan sorunca da yataktan düştüğümü falan söylemiştim. Aynı o duygu doldu içime. Ömer'e baktım. Bir şeyler saklıyormuş gibi hissettim.
''Bu işler niye böyle olmuyor be abicim?'' dedi.
''Bak Ömer'' dedim. ''Ben babamı, annemi çok fazla seviyorum lan'' dedim. ''Ben on yaşında bile annecim, babacım diyememiş adamım oğlum.'' dedim. ''Ben gösteremem. Onlara duyduğun sevgi gösterilmez zaten. Sanki öyle olmalıymış gibi. Mesela kardeşim oldu. Her şeyden fazla sevdiğimden öyle çok sahiplendim ki en ufak şeyine bile fazla tepki veriyorum. Sanki ben uyarmazsam kötü yetişecekmiş gibi geliyor'' dedim.
''Bizim gibi büyüyen adamlarda bu hep böyle olur zaten. Senin suçun değil.'' dedi.
''Sonra, senin soruna geliyorum. Bu sevgi var ya, birikip birikip içinde gizli bir yerde depolanıyor. Sen onu evirip çevirip garip hallere getiriyorsun. Sonra birisini buluyorsun, zavallı. Tüm o içindekini O'na kusuyorsun. Beklenen, özlenen, açığa çıkan yapıyorsun O'nu. Seni doğurmamış, sana para vermemiş, seninle aynı odada yatmamış birisine gösteriyorsun her şeyi. Tabii ki garip karşılar. Kim dayanır oğlum buna? Kim kaldırır bu yükü? Manyak mısın sen?'' dedim.
''Neyden bahsediyorsun kardeşim sen?'' demedi. Bu işlerin hangi işler olduğunu ikimiz de iyi biliyorduk. Her konuşmanın sonu, her yazının noktası bir şekilde bu işlere geliyordu zaten.
Annem bizi sesledi. Tavuk yapmışlardı. Hayatım boyunca en çok sevdiğim akrabam olan dedemi hatırladım. O'nun cenazesinde tam 12 tane tavuk budunu tek başıma yediğim zaman nasıl rahatladığımı hatırladım. O gün hiç ağlayamamıştım.
''Ben but alayım. Başka bir yerinden verme.'' dedim anneme.
''Eppek yeyin oğul, doymazsınız.'' dedi anneannem.
Ömer güldü. Biliyordu.
Ben biraz üzüldüm.
No comments:
Post a Comment